Bakışlar: Başkalarının Güzelliğini Arzulamadan Tadabilir miyiz?

Bugün “güzele uzun uzun bakılmalı mı?” konusunu üzerine yazmak istiyorum. Bu konuda zaman zaman farklı fikirlerim olmuştur. Güzellik bende kadın ruhu ve bedeni olarak tanımlı olduğu için, tartışmamı kadınların güzelliği üzerinden yapacağım.

Bana göre, güzel olan seksi vücudu ve görünüşü olan kadınlar büyük ressamların tablosu veya heykeltıraşların heykeli gibiler.

Tabii ki şu an güzel’in ve seksiliğin tanımını tartışmak istemiyorum. Siz şu anda güzel ve seksi dendiğinde zihninizde ne canlanıyorsa, onu güzelin tanımı olarak kabul edebilirsiniz. Bu tanımlar yüzyıllar içinde değiştiği gibi bir insan ömrü içinde de birçok kez değişime uğruyor.

Da Vinci’nin, Titian’ın, Rembrandt’ın tablolarındaki inceliklere, resmedilen dünyaya, figürlere dikkatlice, uzun uzun, bazen de hayran hayran bakarız. Baktığımız için utanç da duymayız. Sahip olmadığımız için kendimizi tüketmeyiz, sahip olma arzusuyla yanıp tutuşmayız.

Aynı şekilde, güzel kadınları da ben bir sanat eseri olarak görüyorum. Doğanın veya Tanrı’nın sanatı. Kimisi doğa yapımı, kimisi insan yapımı harikalar. Ama hepsi doğanın sanatı. Çünkü doğadan aldığımız güçle devam ediyoruz yaşamaya ve çabalamaya. Peki etrafımızdaki bu doğal veya insan yapımı harikalar karşısında nasıl duyarsızlaşırız veya bu harikaları seyrettiğimiz için neden utanç veya kıskançlık duyarız?

Her ne kadar inkâr etsek de, o güzelliğe sahip olmak, güzelliği korumak ve güzelliği dünyayla paylaşmak kolay değil. Ve bu güzelliği korumak için ömürlerini harcayan kadınlar; kimimiz onları küçük görür, şekilci olmakla suçlar, görünüşleri için çok para veya zaman harcadıklarını düşünürüz.

Bence tam tersi. Bitmeyen bir enerji ve motivasyonla bu işe zaman ayırdıkları için onlara şükran duymalıyız —bana kalırsa bir adım ileri gidip onlara bağış toplanmalı.

Biz de böylece bu sanat eserlerini sokakta, işte, filmlerde keyifle, hayranlıkla seyrediyoruz.

Önceden bu sanat eserlerini kaçamak bakışlarla seyrederdim, baktığım için pişmanlık duyardım veya çok fazla sahip olma arzusuna kapılırdım. Ama artık onları doğanın sanat eserleri olarak görüyorum ve onlara sahip olmanın arzusuna düşmeden, onları doya doya seyretmenin daha doğru olduğuna inanıyorum. Hatta işimi de onların güzelliğini dünyayla paylaşabileceğim şekilde evireceğim. Robotumsu güzellikler arasında boğulması muhtemel gelecek kuşaklara, son kalan doğa ve insan karışımı güzelliklerin mirasını bırakmak istiyorum. (Çok ulvi bir görev üstlendim şu anda. Yazmanın kemiği yok. Coştun mu akıyor kelimeler…)

Bunları yazarken şunu da fark ettim, benzer duyguları bazen erkekler için de yaşıyorum. Erkeklere ilgim olmasa da, bazen güzelliğin timsali olan erkeklere denk gelmişizdir. Ve onları seyrettiğimizi fark edince hemcinsleri olmanın utancı, kıskançlığı içinde kıvranır ve başımızı öne eğeriz. Ve içimizde oluşan bu insani hisleri bastırmaya çalışarak yolumuza devam ederiz.
Artık bu seyretme anlarında daha fazla anda kalmak, duygularıma tanımlama yapmamak istiyorum. Bir gün batımını seyreder gibi, o anı tanımlamadan o anda kalmak ve o seyirde kaybolmak gerektiğini düşünüyorum.

İşin özü; güzeller bir heykel gibi, bir sanat gibi değer görmeli. Benzer hayranlıkla seyretmeli ve seyretme hakkına sahip olmalıyız.

Doğruculuğun sık sık dürtüklediği kişi olarak, bu noktada toplumsal bir soru geliyor akla:
Peki sanat eseri olarak izlenen kişiler için durum ne olacak? Onu bilemem işte. Özellikle küçük kasabalara ve köylere gezmeye gittiğimde, oranın sakinlerinin sokağın başından sonuna kadar gözlerini kırpmadan bana baktıklarını hatırlıyorum. Rahatsız edici bir durumdu o an için. Şimdi düşünüyorum da, neden o kadar rahatsız olup tedirgin oldum ki?
Belki de toplumsal ve kültürel normlarımız bu yeni duruma göre evrimleşmeli. Herkes taciz etmeden, sahip olma arzusuyla yanmadan, güzel bulduğu kişilere seyre dalıp gitmeli. Bu özgürlük, kalıcı birey özgürlüğünü getirir mi? Ne alaka?

Benzer Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir